Uğur UTKAN

Tarih: 30.10.2025 10:41

Türk Milletinin Tatlı ve Şeker ile Olan İlişkisi

Facebook Twitter Linked-in

“Tatlı yemek Türkler tarafından ayıp karşılanır. Ramazan ayında Sultan Özbek'in huzurunda bulunuyordum. Sultan'a, arkadaşlarımın yaptığı bir tatlıdan sundum. Sultan sadece parmağıyla dokunup tatmakla yetindi, bir daha elini sürmedi!”

Bu sözler İbn Battuta'ya ait. 

Hakikaten öyle miydi? 

Hakikaten tatlı yemez miydi Türkler? Aklım almıyor, kim tatlıya hayır diyebilir ki? Diyetteler miymiş de tatlıdan uzak duruyorlarmış sorusu geliyor aklıma. O dönemde fruktoz, glikoz, laktoz o toz bu toz katkı maddeleri de yokmuştur. Şeker kamışı ve bal ya da ne bileyim meyvelerin şerbetleri varmıştır herhalde. Türkler neden tatlı yemiyor o halde

Haydi gelin Türklerin tatlı ile ilişkisinin tarihsel seyrine bir göz atalım:

Türklerin eski dönemlerden itibaren şekeri bildiklerini söylenebilir. Zira Türkistan şehirlerinde 8. yüzyılda şekerin günlük hayatlara girecek kadar bol olduğu ve ticaretinin de yapıldığı İpek Yolu’nun Türklerin hakim olduğu coğrafyalardan geçtiği bilinmektedir (Gülbeşeker: Türk Tatlıları Tarihi-Priscilla Mary Işın, YKY Yayınları, sayfa 27) 

Yani şeker ve tatlı, Türklerin kullanmasa da eskiden beri bildiği şeyler. Ama Türkler tatlıyı, şekeri bilseler de çok da kullandıkları söylenebilir mi? İşte orası oldukça şaibeli. 

Bu meseleyle ilgili İbn-i Battuta şu hususları ortaya koymuş;

“Türkler ekmek ve katı yiyecek yemezler; dûkî adını verdikleri, bizim anlîye benzeyen bir yemek yaparlar. Önce suyu ateşin üzerine koyarlar. Kaynayınca dûkîden bir parça içine atarlar. Yanlarında et varsa onu lime lime edip tencereye koyarlar ve beraber pişirirler. Yemek pişince herkesin payını tabaklara koyup servis yaparlar. Ve nihayet tabaklardaki yemeğin üzerine yoğurt dökerler. Yemekten sonra kısrak sütünden yapılan ve kımız adı verilen nesneyi içerler.

Türkler iyi karakterli, kuvvetli ve cesur insanlardır. Bazı vakitlerde burhani denilen hamur işini yerler. Bu yemek, küçük küçük kesilmiş hamur parçalarıdır aslında. Bunlar, ortalarından birer delik açılarak tencereye oturtulur. Pişirildikten sonra üzerine yoğurt dökülüp içilir. Ayrıca bir çeşit şıraları daha var ki demin bahsettiğimiz dûkî tanelerinden yapılıyor. Tatlı yemek, onlar nezdinde ayıp karşılanır! Ramazan ayı içinde Sultan Uzbek’in huzurunda bulunuyordum. Sık sık yenmekte olan kısrak ve koyun eti vardı sofrada. Ayrıca “rişta” [=erişte] denilen ve şehriyeye benzeyen; piştikten sonra sütle karıştırılarak bir çorba da hazırlanmıştı. O gece arkadaşlarımın yaptıkları tatlıdan bir tabak sundum sultana. Sultan sadece parmağıyla dokunup tatmakla yetindi, bir daha elini sürmedi!

Tülük Tümûr’un anlattığına göre sultan bir gün çocuk ve torunlarının sayısı kırkı bulan saygın bir kapı kuluna şöyle demiş:

“Bu tatlıyı yersen cümlenizi azat ederim!’’

Ama adam şu cevabı vermiş:

“Beni öldürsen de yemem!” (İbn Battûta, 2000, s. I/466-4)

Yani o süreçte Türklerde tatlı yeme adeti bulunmuyor. 

Çok eski zamanlarda zor yaşam koşullarının olduğu bozkırda, şeker önemli bir enerji kaynağı seçeneği olsa da, Türklerin şekere, şekerli ürünlere ve şeker tüketimine mesafeli durdukları bilinmektedir.

Bugünün bakış açısı ile bu şekere mesafeli olma hali kulağa ilginç gelse de, bu yaklaşımın kökeninin konar göçer hayat şekli ile doğrudan ilişkili olduğu söylenebilir. Ölçekli bir şeker üretimi için konar göçer hayat tarzının değil yerleşik hayatın gerektiği açıktır. Bunun dışında şekerin -o dönemlerde- yerleşik hayatın yani “Hint ve Çin kültürünün ürünü” olarak algılanması gibi nedenlerle bu mesafeli yaklaşımı anlamak mümkündür.

Öte yandan 2000 yıllık Anadolu mutfağı ve yemek kültürü en az Türk tarihi kadar kıymetli ve zengindir. Beslenme şekillerini, yaşadıkları coğrafya ve toplumsal yapıları şekillendirmiştir. Elbette ki Türklerin İslâm’a geçişi, yerleşik hayatı benimsemesi, pek çok konar-göçerin Orta Asya'dan Anadolu’ya gelmesi gibi pek çok etken, Türklerdeki yeme kültüründe bazı yeni alışkanlıkların edinilmesini sağlamıştır. 

Evet İslâm'a geçiş etkeni de pay sahibiydi diyorum çünkü Türklerin -çoğunluğunun- geniş bir zaman dilimi içinde İslamiyet dinine geçmesi de Türklerin tatlıya ve şekere olan bakışına da etki yapmıştır. Bunun yanı sıra İslam dini peygamberi Hz. Muhammed’in bal, hurma, helva ve çeşitli tatlı lezzetleri tüketmesi ve (bazılarının gerçekliği tartışmalı olsa da) şekerli lezzetlerin tüketimini salık veren içerikteki hadisleri, Türkler ve şeker arasındaki “buzların erimesini” sağlamıştır.

Öte yandan Asya’nın bozkırlarında yaşayan Türklerin tatlı ile ilişkisi bir şekilde başlamış ve zaman geçtikçe gelişmiştir. Bu başlangıcın ve gelişimin, Türklerin İran coğrafyasına yayılması ile birlikte olduğu ve Abbasiler döneminde giderek artan Arap – Türk etkileşimi ile birlikte Türklerin sofralarında şekerli yiyeceklerin ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Özellikle Büyük Selçuklular döneminden başlayarak baklava, sütlaç, helva, şerbet gibi lezzetlerin ortaya çıkması ya da gelişmesi bu etkileşimin bir sonucunda gerçekleşmiştir.

İbn Battuta’nın seyahatnamesinden öğrendiğimize göre Asya bozkırlarında yaşayan Türkler, yerleşik hayata geçene kadar tatlı yememiş, vücudu rehavete sürükleyecek ve güç kaybettirecek her türlü gıdadan kaçınmışlardır. Çünkü hayatları hep cenk meydanlarında, her anları tetikte düşman beklemekle geçmiştir. Bu şartlar da haliyle Türklerdeki yeme kültürüne de etki yaptı. 

Velhasıl biz gibi boğazımıza düşkün değildi atalarımız. İçinde bulundukları koşullara uygun olarak mutfak kültürleri ve tükettikleri gıdaları dahi amaçları doğrultusunda nizami bir çizgide seçmişlerdir.

Bir ömrü, amaçları doğrultusunda ve bir nizam içinde yaşamış olan atalarımızın obezite ile savaşan torunları olarak aslımıza dönmeyi ümit ediyoruz.

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —