Pehlevi’den Kaddafi’ye, Putin’den Saddam’a değin tüm dünya liderleri tarafından çıkar siyasetlerinde tarihin kullanılması
Tarih, ulusal kimliğin en önemli unsurlarından birisidir.
Devletler ve toplumlar, çıkar siyasetinde hep tarihi kullanırlar.
Devletler ve milletler, geçmişi bilerek bugünü anlamlandırır ve geleceğe yön verir.
Tarihin devlet politikalarına dönük başlıca etkileri şunlardır:
1. Kimlik ve Meşruiyet Sağlama:
•Devletler, tarih üzerinden millî kimlik inşa eder.
•Tarihî şahsiyetler, zaferler veya acılar, halkı ortak bir paydada buluşturur.
•İktidarlar, kendilerini geçmişin devamı veya mirasçısı olarak gösterip meşruiyet kazanır.
2. Dış Politika ve Diplomasi:
Devletler arası ilişkilerde tarihî olaylar (savaşlar, antlaşmalar, sınır anlaşmazlıkları) belirleyici rol oynar. Örneğin; Osmanlı mirası veya sömürgecilik geçmişi, günümüz ilişkilerini şekillendirir.
3. İç Politika ve Eğitim:
•Tarih, eğitim politikalarında ideolojik bir araç olarak kullanılır.
•Resmî tarih anlatısı ile vatandaşlık bilinci ve millî birlik hedeflenir.
•Hükûmetler, tarihî olayları kendi siyasi anlayışına göre yorumlayabilir.
4. Hukuk ve Anayasa Düzeni:
•Devletler, tarihsel deneyimlerden ders çıkararak anayasa ve hukuk düzenini şekillendirir.
•İhtilaller, savaşlar veya reformlar, hukukî sistemin yönünü etkiler.
5. Ekonomi ve Kalkınma Politikaları:
Tarih, devletin geçmişteki ekonomik deneyimlerini inceleyerek yeni kalkınma stratejileri geliştirmesine yardımcı olur. Örneğin; geçmişteki krizler, sanayileşme modelleri veya tarım politikaları, günümüzde karar alıcılar için yol gösterici olur.
6. Toplumsal Hafıza ve Birlik:
Devletler, tarih bilimi aracılığıyla ortak değerleri ve toplumsal hafızayı canlı tutar. Bu da toplumsal bütünlük ve kriz dönemlerinde dayanışmayı artırır.
7. Gelecek Politikalarının Belirlenmesi:
Tarihsel hatalardan ders alınır, tecrübeler gelecekte uygulanacak politikaları yönlendirir. Örneğin; savaş tecrübeleri savunma politikalarını, göç tecrübeleri ise nüfus politikalarını etkiler.
Şimdi hep birlikte dünya liderlerinin ve tarihsel şahsiyetlerin izledikleri politikaları şekillendiren tarihi hafızalarına ve tarihe bakışlarına örneklerle göz atalım:
İran'ın Son Şahı Pehlevi'nin Pers Medeniyetine Bakışı ve Öykünmesi
1920’lerde Kaçar Hanedanlığı'ndan iktidarı devralan Baba Şah Rıza Pehlevi, taç giyer giymez aynı gün 7 yaşındaki oğlu Muhammed Rıza’yı da veliaht prensliğe getirdi.
Kendisi eğitimsiz bir asker olan Rıza Şah, oğlu Muhammed Rıza’yı Batı standartlarında eğitmeye karar vermişti. Çocukluk çağında İsviçre’nin Rolle kentinde bulunan yatılı okul Institut Le Rosey’e gönderilen Muhammed Rıza, 1935’e kadar kaldığı bu okulda psikolojik açıdan sıkıntılı ve melankolik bir dönem geçirdi.
Tahran’a döndükten sonra askerî akademide eğitimine devam eden genç veliaht, 1938’de buradan da mezun oldu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ateşinin bütün bölgeyi sardığı bu yıllarda, İran da gelişmelerden birinci derecede etkilenen ülkelerdendi. 1941’de Nazi Almanya’sı Sovyetler Birliği topraklarını işgale başlayınca, Almanlardan tarafa tavır alacağından şüphelenilen Rıza Şah, İran’ı fiilen işgale girişen İngiltere-Sovyet ittifakının tahttan feragat etmesi yönündeki baskılarıyla karşı karşıya kaldı. Nihayet, 16 Eylül 1941’de Rıza Şah, tahtını 21 yaşındaki oğlu Muhammed Rıza’ya bırakıp sürgüne gitti. Rıza Şah’ın düşüncesi, ömrünün kalan kısmını Kanada’da geçirmekti. Ancak İngiliz hükümeti onu önce Mauritius’a, ardından da Güney Afrika’ya sürgün etti. Rıza Şah, 26 Temmuz 1944’te Güney Afrika’nın Johannesburg kentinde hayatını kaybetti.
1950’lerin başında, İran’ın genç şahını meşgul eden en önemli problem, milliyetçi Başbakan Muhammed Musaddık’ın emperyalist güçlere karşı gösterdiği direnişti. 1951’de göreve başlayan ve petrol endüstrisinin millileştirilmesine ön ayak olarak İngiltere ve ABD’yi öfkeye sevk eden Musaddık, iki yıl sonra devrilinceye kadar Muhammed Rıza’ya oldukça zor bir dönem yaşatmıştı. ABD’de 1952 başkanlık seçimlerinin düzenlenmesinden kısa bir süre önce, Amerikan ve İngiliz gizli servisleri, Musaddık’ın görevden uzaklaştırılması için uzlaştı. Tarihe “Ajax Operasyonu” olarak geçen bu planın uygulanması işini de Amerikalı ajan Kermit Roosevelt üstlenmişti.
1953’ün yaz aylarında ilk önce başarısız bir girişimde bulunan Roosevelt ve ekibi, nihayet, ikinci seferinde başarıya ulaştılar. Tahran’da çıkan bir “halk ayaklanması” sonucu, 19 Ağustos 1953 günü Muhammed Musaddık devrildi, Şah’ın otoritesi ve hükümranlığı yeniden tesis edildi. Başbakanlık makamına da, General Fazlullah Zahidî atandı. Tahran’da tüm bunlar olurken, Muhammed Rıza Pehlevî ülkeden ayrılmış, önce Bağdat’a oradan da İtalya’nın başkenti Roma’ya kaçmıştı. Darbenin ikinci defada başarılı olduğu haberi kendisine ulaştırıldığında, İran’a geri döndü ve tahtına tekrar oturdu.
1930’larda bütün umumi kamuoyunun Acemistan bildiği Pers Devleti'nin adını resmen İran yapan Pehlevi, ülkesini modernleştirme ve eski kudretine geri kavuşturma adına batı komşusu olan Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye'ye de özenerek ülkesindeki ulema çevresini ve toprak sahiplerini karşısına alma pahasına arka arkaya reformlar yapmaya başladı.
Pers Uygarlığı’na hayranlığıyla bilinen, gücünün zirvesindeki son İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevî tarafından 1971 yılında çok büyük paralar harcanarak ve dünya liderlerini lüks bir çadır kente çekerek, Persepolis harabelerinde 2.500 yıllık Pers monarşisini kutlamak için Paris'ten gelen cömert bir yemek ziyafeti sundu. Persepolis kentinde düzenlenen "İran Şahlarının 2500'üncü Yıl Şenlikleri", yoksulluktan kıvranan İran halkının büyük tepkisine neden olmuştur.
Bu törenler, Şah rejimi ile sıradan İran halkı arasındaki bağlantıların tamamen koptuğu dönüm noktalarından biridir. Dünyanın dört bir yanından gelen devlet ve hükümet başkanlarının, çöl ikliminde sıfırdan inşa edilen lüks çadır şehirde ağırlandığı kutlamaların, en az 100 milyon dolara mal olduğu bilinmektedir. Misafirlere ikram edilen şarapların bile uçaklarla Paris’ten getirildiği törenler devam ederken, İran’ın kâhir ekseriyeti fakirlik ve zaruret içindeydi. Kutlamalardan fotoğraf ve görüntüler kamuoyuna yansıdıkça, Şah’a yönelik öfke ve nefret de arttı.
Şatafatıyla dünya gündeminde geniş yer tutan kutlamalar, Pehlevî'nin müsrif tutumunu şiddetle eleştiren, sürgündeki Rûhullah Humeynî'nin Pehlevî'yi devirecek olan halk hareketini başlatmasına da ortam hazırlamıştır.
Hem Pan-Arabizm, Hem De 'Afrika Birleşik Devletleri’ Kuran Libya'nın Efsanesi Kaddafi
42 yıllık iktidarı boyunca BM ve Batı karşıtlığı üzerinden varlığını meşrulaştıran, sırf ABD karşı çıktı diye Kıbrıs Barış Harekatı’na destek veren, sırf ABD Irak'ın yanında diye kendi gibi Arap ve laik bir yönetime sahip olan Irak'ı değil ABD'yi kendi gibi hedef alan İran'ı desteklemeyi seçen, yani ABD, Batı neredeyse kendi de tam karşısında yer almayı adeta bir millî ibadet sayan Kaddafi, Arap dünyasını ve kendi gibi Afrikalı olan ülkeleri ABD'ye, BM'ye ve Batı'ya karşı birlikte hareket etmeye çağırırdı. Hem Arap Devletleri Birliği yani Pan-Arabizm, hem de Afrika Birleşik Devletleri hayalleri ve hedefleri doğrultusunda hareket eden Kaddafi, gerek Arap tarihini, gerekse Afrika tarihini hayranlıkla takip ederdi. Arapların ve Afrikalıların tarihsel liderlerini kendine örnek alırdı. Özellikle Türkiye ile ilişkilerinde de Osmanlı dönemine sıkça atıfta bulunan Kaddafi, devrilmeden önce 2011 yılının ilk günlerinde Türk basınına verdiği son demeçte Türk kamuoyuna “Hepimiz Osmanlı'yız, tarihimiz bir” diye seslenmişti.
1980’lerde tüm Arap dünyası İran'a karşı Irak'ı, 1990’larda ise Irak'a karşı ABD, Kuveyt ve BM koalisyonunu desteklerken Kaddafi, ABD ve BM karşıtlığı ile hareket ederek 1980’lerde İran'a, 1990’larda ise Irak'a destek vererek yıllarca birlik olmak için kendini yırttığı Arap dünyasının kendine sırf aykırı hareketler yaptığı için sırt çevirmesinin ardından, Kaddafi 1990'larda uluslararası profilini yükseltmek için dikkatini Afrika'ya çevirdi.
Bunda şaşırtıcı bir şey yoktu: Petrol zenginliği Libya'ya Arap dünyasında itibar kazandıramasa da, daha yoksul olan Afrika'da nüfuzunu pekiştirmesini sağlıyordu.
Kaddafi 2007'de "Libya bir Afrika ülkesidir. Arapları Allah kurtarsın ve onları bizden uzak tutsun. Onlarla haşır neşir olmak istemiyoruz" demişti.
Bir yıl sonra Afrika'nın geleneksel kabile liderlerinden pek çoğu onu "Kralların Kralı" ilan etti.
Aralarında Nelson Mandela'nın da olduğu pek çok Afrikalı siyasetçi ise ona 'Kardeşim" diye hitap ediyordu.
Kaddafi hükümeti Afrika'da yol inşaatından Afrika Birliği'nin finansmanına, pek çok alanda yüklü miktarda yatırım yaptı.
Afrika siyasetinin kendisine ait olduğuna inanan Kaddafi, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri'ne rakip olacak bir "Afrika Birleşik Devletleri" oluşturulması çağrısında bulundu.
Bu model; sadece Afrika Birliği’nin zeminini oluşturabildi.
Afrika Birliği'ni önemsediği kadar Birleşmiş Milletler'den bir o kadar nefret eden bir Kaddafi profili mevcuttu.
2009'da BM Genel Kurulu'ndaki konuşması için ilk kez ABD'ye gittiğinde nefret ettiği BM kürsüsünden 15 dakikalık süresi olduğu halde tam 1 buçuk saat boyunca konuşmuş, BM sözleşmesini yırtıp atmış, BMGK'yı El Kaide'ye benzetip sömürgeci yönetimlerin Afrika ülkelerine 7,7 trilyon dolar tazminat ödemesini talep etmişti.
Her ne kadar pek çok Afrikalı lider, kendisiyle zaman zaman ters düşmüş olsa da Afrika Birliği'ne vurgu yaptığı ve sömürgeciliğe karşı yaptığı çıkışlarla Kaddafi'ye Afrika'nın bayraktarlığını yapan bir devrimci olarak hayranlık besliyorlardı.
'Batı'nın kuklaları
Uganda Cumhurbaşkanı Yoweri Museveni, 2011 yılı Mart ayında Kaddafi yönetimini hedef alan hava saldırıları başladığında, "Afrika olarak hür iradeli liderlerden, Mısır'da Albay Nasır'dan, Tanzanya'da Mwalimu Nyerere'den Mozambik'te Samora Machel'den yarar gördük." demiş ve eklemişti:
“Kabahati ne olursa olsun, Muammer Kaddafi katıksız bir milliyetçidir. Ben milliyetçileri yabancı mihrakların kuklalarına yeğlerim.”
“Bu nedenle bence hür iradeli Albay Kaddafi'nin, Libya'ya olduğu kadar Afrika ve Üçüncü Dünya'ya da olumlu katkıları olmuştur.”
"Ayrıca unutmamalıyız ki, (iktidara geldikten sonra) Libya'daki İngiliz ve Amerikan üslerini kapatması da bu hür iradenin parçasıdır.”
Bütün bunların yanında Muammer Kaddafi, iktidar olduğu dönemlerde konvoyu ile Afrika ülkelerinin caddelerinden geçerken, kendisini uzun cübbeleri içinde görebilmek için yolun iki yanını dolduran yoksullara penceresinden para saçardı.
Kaddafi, her ne kadar ters düştüğü ve hasım kazandığı bir saha durumunda olsa da hiçbir zaman soydaşlarından umudu kesmemiş ve Arap devletlerine karşı yaptığı çağrılarla dikkati üstüne çekmişti. Ama en çok ses getiren konuşması şüphesiz ki 2008’deki Arap Birliği zirvesindeki konuşmasında sarf ettiği ve gerçekten çok anlamlı mesajlar içeren şu sözlerdi:
“1967'den önce sahip olduğumuz davaya ne oldu? Kendimize mi yoksa dünyaya mı yalan söylüyorduk? 1967'den önce binlerce şehit düştü. Ne için? Filistin'in sadece 1967'de işgal edildiği ve [İsrail]'in 1967 öncesindeki birikima dönüşümü nasıl yapılabilir? Filistin sadece Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nden mi toplandı? Eğer kopyalanırsa, bu İsraillilerin 1948'de işgal edilmediğini belirten gelir.
Yirmi yıl boyunca boyut bıraktılar, peki neden bir Filistin devleti kurdunuz? Gazze Şeridi Mısır'ın ve Batı Şeria Ürdün'ün bir parçası değildi? Yahudiler onları yirmi yıl boyunca bıraktılar - 1948'den 1967'ye kadar. Eğer Filistin satın alırsa neden orada bir devlet kurdunuz? 1967'den önceki tüm savaşların, fedakarlıkların ve İsrail'e uygulanan ekonomik ambargonun gerekçesi nedir? İsrailliler şimdi Araplara dava açabilir ve 1948-1967'de kendilerine verilen zararlar için milyarlarca, hatta talepler halinde tazminat talep edebilirler.
Siz Araplar, [Filistin] davasının 1967'den sonra ayrılıp kabul ettiniz. Bu nedenle İsrailliler sorabilir: "Ondan önce benimle neden savaştınız?" İsrail'e uygulanan sözde ambargo ve İsraillilere verilen zarar, ekonomiklar için Arap tazminatı talepleri devam edecek. İsrailliler boyutunda dava açarsa kazanırlar. Diyecekler ki: Bir haksızlığa uğradık. Kurtların arasında masum bir kuzu gibiyiz. Bunu 1948'den beri söylüyoruz.
Şimdi Araplar bile Filistin'in 1967'de işgal edildiğini kabul etti. Şimdi İsrail'in 1967 öncesindeki işlemlerine ilişkin talepler var ve bunun sorunu çözeceğini ve İsrail'i tanıyacaklarını söylüyorlar. Neden İsrail'i 1967'den önce tanımadınız? 1948, 1956, 1967 ve 1973'te bugüne kadar yaşanan tüm zararlar - tüm bunlar içindi, eğer tüm Filistin durumu 1967'den sonra başladı mı? Eğer Filistin o zaman işgal edildiyse, neden sözde İsrail'i 1967'den önce tanımadınız? Bu garip. Mantıksız. Anlamı yok. Bu nedir? Allah'tan başka ilah yoktur.
Allah'a yemin olsun, bu kabul edilemez. Anlamı yok. 1967 öncesi toplanan içinde İsrail'i tanıyacağınızı mı söylüyorsunuz?! Belki İsrail, diyelim ki 2008'de daha fazla Arap bölgesini işgal edecek ve birkaç yıl sonra, İsrail'in takas karşılığında, 2008'den önce askere alınmasını talep edecekti. Şu anda tam olarak olan budur.
Müzakerelere ciddi bir şans verdik. Yahudiler şöyle derdi: "Sadece bir kez doğrudan müzakereler için bizimle görüşün, bu sorunu çözeceğiz." Bunu 1950'lerde ve 1960'larda söylüyorlardı. takas derlerdi: "Lütfen Araplar, sadece bir kez bizimle oturun, sorunumuz bitecek." Ama ne olduğunu görmedin. Onlarla binlerce kez görüştük - [Kamp] David'in sahiplerinin Annapolis'e kadar. Tüm bu müzakerelerden geçtik - [Camp] David'in kardeşleri, kardeşimiz Ebu Mazen'in Oslo müzakereleri... Tabii ki Oslo'nun kahramanıydı - yerinde Sadat'ın [Camp] David'in babasının babasının kahramanı olduğu gibi.
Cezayir savaşı sırasında Atlantik Okyanusu'ndan Basra Körfezi'ne kadar gün boyu bağışlar ve gönüllüler olabilir. Buradan Suriye'den Dr. İbrahim Makhous bir grup gönüllüyle geldi ve Cezayir Kurtuluş Cephesi'nin yanında savaştı. Terörist olarak görülüyorlardı ve Suriye'ye karşı hiçbir önlem alınmadı. Libya, İtalyan işgaline karşı savaşırken, tüm Araplar Libyalı mücahitleri destekledi. 'Aziz Al-Masri, Libyalılarla savaşanlar arasındaydı, ancak terörist olarak görüldü. Libyalı mücahitler Arap ülkelerinden bağış aldı. Böyle bir düzenleme geldi ki, bunu engellemek için Libya-Mısır sınırına dikenli tel yerleştirmek zorundalar.
Biz Araplar hiçbir ülkeyi işgal etmedik. Aslında Endülüs'ü haksız yere işgal ettik ve bizi kovdular, ancak o zamandan beri biz Araplar hiçbir ülkeyi işgal etmedik. İşgal edilen ülkelerimiz. Filistin işgal altında, Irak işgal altında ve BAE adaları için... Arapların İran, Türkiye veya bu uluslarla düşmanlık geliştirmesi onlardan çıkara değil. İran'ı bize karşı çevirmek hiçbir şekilde çıkarmamıza değil. Eğer gerçekten bir sorun varsa, bu konuyu Uluslararası Adalet Divanı'na havale etmeye karar vermeliyiz. Bu tür çözümü için uygun yer içerir. BAE'nin gündeminde yer alan konular Uluslararası Adalet Divanı'na havale etmeye karar vermeliyiz ve onun kararını kabul etme kararı vermeliyiz. Bir zamanlar bunun işgal altında Arap havasında olduğunu söylüyorsunuz, sonra da diyorsunuz ki... Bu net değil ve kafa karışıklığının nedeni oluyor. Körfez %80'i İranlı. Yönetici aileleri Arap, ancak geri kalanlar İranlı. Tüm halk İranlı. Bu bir karmaşıklık. İran'dan kaçınılamaz. İranlı bir Müslüman komşu ve düşman olmak çıkarımıza değil.
Irak'ın işgal ve yıkımının ve bir milyon Iraklının uygulamasının nedeni nedir? Amerikalı dostlarımız bu soruyu cevaplasın: Neden Irak? Sebep nedir? Bin Ladin Iraklı mı? Hayır, değil. New York'a saldıranlar Iraklılar mı? Hayır, değillerdi. Pentagon'a saldıranlar Iraklılar mı? Hayır, değillerdi. Irak'ta kitle imha silahları var mı? Hayır yoktu. Irak'ın kitle imha silahları olsaydı bile - Pakistan ve Hindistan'ın nükleer bombaları var, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa ve Amerika'nın da var. Tüm bu bölgelerde yok mu? Tamam, kitlesel imha silahlarına sahip tüm ülkelerde yok edelim.
Yabancı bir güç geliyor, bir Arap ülkesini işgal ediyor ve başkanını asıyor ve hepimiz kenarda görüntüleniyoruz. Arafat birkaç yıl esir tutuldu ve biz kenarda kaldı ve hatta onsuz bir zirve topladı. Neden Arafat serbest bırakılmadığı sürece zirveyi toplamayı reddetmedik? Sonunda onu zehirleyerek öldürürler. Neden Güvenlik Konseyi'ne başvurup Arafat'ın araştırmalarını talep etmediniz? Neden Saddam Hüseyin'in asılmasını araştırdılar? Bir savaş esiri nasıl kabul edilebilir - bir Arap ülkesinin başkanı ve Arap Birliği üyesi! Saddam Hüseyin'in politikalarından veya onlarla ilgili konulardan bahsetmiyorum. Hepimizin siyasi çekişmeleri vardı ve burada kendi aramızda da bu tür anlaşmazlıklarımız var. Bu salondan başka hiçbir şeyi paylaşmıyoruz.
Neden Saddam Hüseyin'in soruşturması ile ilgili bir soruşturma yapılabilecek? Koca bir Arap ülkeleri asılarak idam edildi, ama biz kenarda oturuyoruz. Neden? Herhangi biriniz bir sonraki yapabilirsiniz. Evet.
Amerika, Saddam Hüseyin'le birlikte Humeyni'ye karşı savaştı. Onun arkadaşıydı. Cheney, Saddam Hüseyin'in arkadaşıydı. Irak'ın yıkıldığı sırada ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Saddam Hüseyin'in yakın arkadaşıydı. Sonunda onu sattılar ve astılar. Siz Amerika'nın dostusunuz - "biz" diyelim, "siz" değil - ama bir gün Amerika bizi asabilir.
Kardeş 'Amr Musa'nın, hakkında hevesli olduğu bir fikri var. Raporunda bundan bahsetti. Arapların nükleer nükleer nükleer sistemlerinin kullanım hakkına sahip olduğu ve bir Arap nükleer programı oluşumu söylüyor. Arapların bu hakkı var. Hatta başka bitkiler için bir nükleer programa sahip olma hakları bile var... Ama Allah galip gelir... Ama birleşik bir nükleer programa sahip olması gerektiğini söylediniz Araplar kimler? Söylemek üzücü ama onların düşmanıyız. Hepimizin birbirlerinden nefret ediyoruz, birbirimizi aldatıyoruz, herkesin olaylarına seviniyoruz ve stratejik komplo kuruyoruz. İstihbarat seçeneğimiz, düşmana karşı bizi savunmak yerine stratejik komplo kuruyor. Birbirimizin düşmanıyız ve bir Arap'ın düşmanı başka bir Arap'ın dostudur. Keşke bu düşmana karşı kullansaydık.
Arap ülkesi olan Suriye'de buluşuyoruz. Ancak Suriye'nin Rusya, İran veya Türkiye ile ilişkileri, Arap komşularıyla olan ilişkilerinden bin kat daha iyi. Libya'nın İtalya ile ilişkileri, komşuları Mısır ve Tunus ile olan ilişkilerinden bin kat daha iyi. Arapların durumu bu.”
Bu sözleri hakikaten ancak tarih bilinci çok gelişmiş olan bir devlet başkanı sarf edebilirdi ancak…
Putin'in Petro'ya Öykünmesi
Rusya'nın Devlet Başkanlığını yürüten ve kendini milenyumun Petro'su gibi gören Bay Putin, kendi hamlelerini defalarca eski Rus çarı Büyük Petro'nun yaptıklarıyla kıyas etmekten hoşlanan bir figür… Nitekim Ukrayna'nın işgali ve İsveç'in NATO'ya girişi gündemdeki sıcaklığını korurken Putin, kendi hamlelerini eski Rus çarı Büyük Petro'nun 18. yüzyılda İsveç'le savaşta Baltık kıyısını ele geçirmesiyle kıyaslayarak sıkça yaptığı tarihi referanslara bir yenisini daha eklemişti.
Moskova'da Büyük Petro'nun 350. yaşı için açılan sergiye katılım sağlayan bir grup genç girişimciyle konuşan Putin, aynen şu sözleri sarf etmişti:
"İsveç'le savaşırken bir şeyler kapmaya çalıştığı hissiyatına kapılabilirsiniz. Kimsenin elinden bir şey almıyordu; onu geri alıyordu”
Putin, Petro'nun St. Petersburg kentini kurduğunda ve Rusya'nın başkenti ilan ettiğinde hiçbir Avrupa ülkesinin, şehrin bulunduğu toprakların Rus İmparatorluğu'na ait olduğunu kabul etmediğini söylerken açıklamalarına şunları ilave etmeyi de unutmamıştı:
"Herkes buraların İsveç toprağı olduğunu düşünüyordu. Ancak çok uzun zamandan beri Slavlar orada Fin-Ugorlarla birlikte yaşıyordu”
Sözlerini geri almanın ve güçlendirmenin kendilerine düşen bir sorumluluk olduğunu da ekleyen Putin, yine St. Petersburg Uluslararası Ekonomi Forumu (SPIEF) çerçevesinde düzenlenen ve yaklaşık 4 saat süren "ana oturumda” da yine tarihe atıfta bulunmuştu. Forumdaki ana oturumda panel moderatörünün, Rus ordusunun Ukrayna'da ne kadar ilerlemeyi planladığına yönelik sorusunu yanıtlayan Putin, "Rus ve Ukrayna halklarının tek halk olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda tüm Ukrayna bizim. Rus askerinin ayak bastığı yer bizim." ifadelerini kullanmıştı.
Yine Putin'in geçmişte Ukrayna ile ilgili söylediği şu söz oldukça manidardır:
“Biz sadece yakın komşu değiliz. Birçok kez söylediğim gibi, biz tek halkız. Ukrayna bizim için kendi tarihimizin, kültürümüzün ve maneviyatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Bunlar bizim yoldaşlarımız, en değerlilerimiz, aynı zamanda akrabalarımız ve aile bağlarımız olan insanlar”
Hakeza Putin 2022’de işgal başlangıcını yaptığı konuşmasında bugünkü modern Ukrayna'nın, geçmişte SSCB tarafından yapılan tarihsel bir hata sonucu kızıl idare tarafından yaratıldığını söyleyecek kadar ileri gitmiştir:
“Modern Ukrayna'nın tamamen Rusya tarafından daha doğrusu Bolşevik, Komünist Rusya tarafından yaratıldığı gerçeğiyle başlayacağım. Bu süreç neredeyse 1917 devriminden hemen sonra başladı ve Lenin ile ortakları bunu Rusya'ya karşı son derece sert bir şekilde, tarihsel olarak Rus toprağı olan toprakları bölerek, parçalayarak yaptılar." diyerek bu fikri geliştirdi ve çizmeyi daha da aştı:
"Sovyet Ukrayna, Bolşeviklerin politikasının bir sonucudur ve haklı olarak 'Vladimir Lenin'in Ukraynası' olarak adlandırılabilir. Lenin, bu politikanın yaratıcısı ve mimarıydı.”
Buna karşılık ise Ukrayna lideri Zelenski de “Rusya’nın adının resmen ‘Moskoviya’ olarak ilan edilmesi” talebini içeren bir dilekçenin “tarihsel ve kültürel bağlam” içerisinde incelenmesi ve bunun uluslararası statüsü üzerinde çalışılması talimatını vererek, Rusların tarihsel kökenlerine ilişkin yeni bir tartışma başlatacaktı.
Yaklaşık 40 milyon nüfusa sahip Ukrayna’da 25 bin imza toplayabilen ancak Batı basınında oldukça fazla yer tutan bu dilekçe, bugünün Rusya’sının tarihinin 1480’de Altın Orda’dan bağımsızlığını kazanan Moskova Knezliği’nden başladığı, dolayısıyla ilk Rus devletinin Kiev Rusyası olmadığı iddiasını taşıyor.
Prof. Dr. İlyas Kemaloğlu ise bu iddiaların karşısında yapmış olduğu değerlendirmesinde
öncelikle Zelenski’nin gündeme taşıdığı Moskova Knezliği’ne değinerek şu tezleri ortaya koyacaktı:
“Altın Orda’nın egemenliğindeki Rus şehirleri, Moskova’nın çevresinde birleşmiş ve bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Merkezleri Moskova olduğundan bu devlet ‘Moskova Rusyası’ olarak adlandırılmıştır. Batı’da ‘Moskoviya’ da denilmiştir -knezler çok geçmeden ‘çar’ unvanını kullandıklarından- ‘Çarlık Rusyası’ da. Çarlık, Büyük Petro’yla birlikte bir imparatorluğa dönüşmüş ve bugünün Ukrain toprakları bu imparatorluğun bir parçası olmuştur. Kısacası, Kiev Rusyası’nın bir Ukrain devleti olduğu iddiasına Rusların haklı olarak karşı çıkması, Kiev Rusyası’nın [‘Rus’ üst kimliğini benimsemiş] tüm Doğu Slavlarının ortak devleti olmasından ileri gelmektedir.”
Sözlerinin devamında “Rus” adının kökeni üzerine bir kavram kargaşası olduğunu belirten Kemaloğlu, “Ruslar, Ukrainler, Belaruslar, hep birlikte Doğu Slavlarını oluşturmuşlardır. İlginç bir şekilde dağınık bir şekilde yaşayan bu kabileler, Normanlardan bir hükümdar olan Rürik’i topraklarına davet etmiş ve onun etrafında birleşmişlerdir. Daha da ilginci, Norman tüccarlarının güvenliğini sağlayan askerî birliğin adı olan ‘Rus’ da bu Doğu Slavları tarafından benimsenmiş ve zamanla Doğu Slavları kendilerini ‘Rus’ olarak adlandırmaya başlamışlardır. Dolayısıyla ‘Rus’, tüm Doğu Slavlarının ortak adı ve üst kimliğidir. Nitekim bu kabileler artık kendi adlarını kullanmaz hâle gelmişlerdir” dedi.
Rus tarihini Moskova Knezliği’nden başlatma girişimlerine ilişkin değerlendirmelerde bulunan Kemaloğlu, kurulan ilk Rus devletinin devletin adının “Kiev Rusyası” olduğunun altını çizerek “Bu devletin başkenti Rus Knezi Oleg’in ‘Rus şehirlerinin anası’ olarak ilan ettiği Kiev olmuştur. Bununla birlikte 900’lerin sonunda Hristiyanlık kabul edilince Kiev, Rus devletinin dini merkezi de olmuş, burada birçok kilise kurulmuştur. Görüldüğü üzere ilk Doğu Slav devleti, ‘Rus’ devleti, ‘Kiev Rusyası’ adını taşımaktadır; politik ve dini merkezi de Kiev’dir” ifadelerini kullandı.
“1200’lerde Kiev dahil Rus şehirleri Moğollar tarafından ele geçirilmiş ve burada kurulan Altın Orda’ya bağlı hâle getirilmiştir” şeklinde sözlerini sürdüren Kemaloğlu, “Yaklaşık bir asır sonra, Altın Orda’nın Rus topraklarının batısındaki hakimiyeti zayıflamış, bu bölge Lehistan-Litvanya hakimiyetine girmiştir. Doğal olarak Leh propagandası ve Katolik misyoner faaliyetleri de başlamıştır. İşte bu dönemde Altın Orda egemenliğindeki Ruslarla, Leh egemenliğindeki Ruslar arasında farklılıklar başlamış, neticede Altın Orda egemenliğindekilerin adı ‘Rus’ olarak kalırken, Batı’da dil ve din bakımından asimile olan Ruslara ‘sınır bölgesi’ anlamına gelen ‘okrayna’ sözcüğünden hareketle ‘Ukrain’ denmeye başlanmıştır” dedi ve bu bölgesel adlandırmanın bir müddet sonra etnik bir farklılığa evrildiğini vurguladı.
Şimdi tarihsel veriler ışığında Zelenski mi, yoksa Putin mi haklı? Şimdi bunu ele alalım:
Belarus, Ukrayna ve Rusya'nın ortak kökleri, Orta Çağ’da büyük bir imparatorluk olan Kiev Knezliği’ne dayanmakta olup bu knezlik sonradan bölünerek parçalara ayrıldı. XIII. yüzyıl ilk yarısında başlayan Moğol istilası Slav dünyasının neredeyse tamamını etkiledi. Altın Orda döneminin sonlarında Moskova Knezliği’nin yükselmeye başlaması ile birlikte Ruslar tedricen güç kazandılar. Lehistan ve Macaristan ile etkileşim halinde olan Ukrayna ise daha farklı bir gelişim süreci yaşadı. Özellikle Batı Ukrayna sahasında Katolik inancının yaygınlık kazanmasıyla birlikte Rus-Ukrayin ayrışması giderek daha belirgin bir hâl aldı. Ruslar Ukrayna’yı da içine alan büyük bir imparatorluk kurmayı başarsalar da Ukrayin kimliği hiçbir zaman silinmedi.
Saddam'ın Asur ve Babil Hayranlığı
Saddam, 2003 yılında iktidardan ABD işgaliyle uzaklaştırılana dek sık sık Asurluların torunu olmakla övünmüştür.
Nitekim Saddam'ın destekçileri de O'nu bilhassa 1980’li yıllarda İran'la yaşanan savaş halinden ötürü İran'la mücadelesini “Fars aslanlarını ezme” olarak tasvir etmiştir.
1980'lerin sonlarında, Saddam Hüseyin'i "Fars aslanlarını" ezen Asur Kralı Aşurbanipal olarak gösteren malum duvar resmi de Irak'ın dört bir yanında var edilerek Irak halkına yönelik propaganda yapılmıştır.
Saddam, yalnızca Asurluların değil Babillilerin
tarihi mirası üzerinden de kendine tarihsel meşruiyet, vizyon ve misyon yüklemeye çalışırdı.
Saddam-Nebukadnezar
Saddam'ın Babil Kralı Nebukadnezar'ı geçmek istemesi hakkında:
Irak'ın efsane cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin, ülkesinin arkeolojik mirasının değerini anlayabilmiş bir liderdi. Irak gibi kozmopolit özelliğin belirgin olduğu bir ülkede farklı inançlara sahip insanları bir dava uğruna, bir amaç uğruna birleştirmenin gerekli olduğunu biliyordu ve bu yüzden tarihi kullandı.
Saddam için gereken tarihi sembol de hazırdı, kendisinin en çok hayranlık duyduğu hükümdar Babil Kralı Nabukadnezar'dı. Babil en parlak günlerini onun zamanında yaşamıştı, onun devrindeki zenginlik ve güç hemen her tarih kitabında yazılıydı ve daha da önemlisi, Yahudi Devleti'ni ortadan kaldırıp Kudüs'teki Hazreti Süleyman Mebedi'ni yıkan kişi de, Nabukadnezar idi. Bu yüzden İslam dünyasında da tanınır ve İslamiyet'ten çok önce yaşamış olmasına rağmen belli seviyede saygı da görürdü.
Seneler süren bütün bu hazırlıklardan sonra Bağdat ile Babil'in ve Saddam ile Nabukadnezar'ın isimleri rahatça biraraya getirilebilirdi ve öyle yapıldı. Slogan zaten vardı 'Babil Bağdat'tır, Nabukadnezar da Saddam'…
1980’li yıllardaki İran-Irak savaşının en kanlı çarpışmaları sırasında Babil'e gitmiş olanlar varsa bilirler, şehrin girişine İştar Kapısı'nın tıpatıp aynını yerleştirmiş ve hemen altına da 'Babil haklından çalınan bu kapının aslı şimdi Berlin'de bulunuyor' diyen koskoca bir plaket koymuşlardı. Duvarlarda Nabukadnezar ile Saddam Hüseyin'in resimleri yanyanaydı ve İştar Kapısı'nın gerisindeki meydanda kurulan yeni müzede Babil tanrılarıyla tanrıçalarının heykellerinin yanısıra hem Nabukadnezar'ın, hem de Saddam Hüseyin'in büstleri satılmadaydı. Bana Babil'in harabelerini ve restore edilen kral sarayını gezdiren hanım rehberin ilk sözü, 'Saddam ile Nabukadnezar arasında hiç fark yoktur. Her ikisi de hem savaşın, hem de barışın kahramanıdır' olmuş, sonra aralarındaki benzerlikleri sıralamıştı: ‘‘Her ikisi de genç yaşta başa geçip milletlerinin kaderini yücelttiler. İktidara geldiğinde Nabukadnezar 25, Saddam da 31 yaşındaydı. Babil Kralı bütün Ortadoğu'nun hákimi oldu, bizim 'Reis'imiz de olacak inşaallah! Nabukadnezar Kudüs'ü Yahudiler'in elinden kurtarmıştı, Reis Saddam da kurtaracak... Hele şu İran işini bir halledelim de...’’
Yani kısacası iç ve dış siyasette tarih bir silah gibi kullanılıyordu.
Zaten hükümetler, devletler yürütmüş oldukları çıkar siyasetlerinde hep tarihi kullanagelmemiş midir?
Nitekim Ukrayna'yı işgal etmeden evvel Rusya lideri Vladimir Putin de Ukrayna ile ortak Slav ırkı aidiyeti üzerinden tek halk olduklarına vurgu yapmamış mıydı?
İranlı arkeolog Kamyar Abdi, 2008 yılında Sosyal Arkeoloji Dergisi'nde yayınlanan bir makalesinde, iktidara geldikten kısa bir süre sonra Iraklı arkeologlara yaptığı konuşmada Saddam'ın şu konuşmayı yaptığını belirtiyor:
"Eski Eserler Dairesi sizin ve özellikle aranızdaki uzmanların sorumluluğunda. Iraklıların sahip olduğu en değerli kalıntılar olan ve bugün olağandışı bir canlanmaya tanık olan ülkemizin, insanlığa büyük katkıda bulunan ve tüm insanlık için büyük işaretler oluşturan önceki uygarlıkların yavruları olduğunu dünyaya gösteren eski eserleri koruyor.”
Abdi, Baas Partisi'nin iktidara gelmesinden sonraki yıllarda, Eski Eserler Dairesi'nin bütçesinin %80 oranında arttığını ve tarihi alanların yenilenmesi ve yeniden inşası gibi, kazıların sayısının da hızla arttığını yazıyor.
Iraklı arkeolog Haidar Almamori, New Lines Magazine verdiği röportajda, "Dürüst olmak gerekirse, o zamanlar şimdi olduğundan daha iyiydi" dedi. Almamori, antik Babil kentinden gelen biri ve Babil Üniversitesi'nde ders vermektedir. Aynı zamanda Dilbat Antik Kenti'nde saha müdürü olarak görev yapmaktadır.
Saddam'ın Nebukadnezar ve Babil hayalleri aslında resmen cumhurbaşkanlığı koltuğuna gelmeden aylar önce, 1978 yılının sonlarında başladı. Irak, dünyanın en eski kültür merkezlerinden biriydi, eski Sümer'den başlayarak Akad, Ur, Elam, Babil ve Asur gibi medeniyetlerin beşiği olmuş, tarihin ilk büyük hükümdarları da o topraklarda hüküm sürmüşlerdi. Bütün bu eski medeniyetler Saddam'a göre yeniden canlandırılabilir, bir zamanların en güçlü hükümdarlarının tahtında da bizzat kendisi oturabilirdi.
Hayalin temelinde işte bu düşünce yatıyordu ve ihya edilecek eski devletler arasında en tantanalısı, tahtına geçilecek krallar içerisinde de en güçlüsü seçildi: Babil ve Kral Nabukadnezar…
Saddam Hüseyin, işte 1978 yılının son aylarından 2003 yılında iktidardan ABD işgaliyle uzaklaştırılana dek aralıksız olarak bu hayalin peşinde oldu. Yapılması gereken ilk iş güzelliği, zenginliği ve gücü dillere destan olan ve Bağdat'a 50 kilometre mesafede bulunan eski Babil şehrini ortaya çıkartmaktı. Bu hedef doğrultusunda 1978 yılının sonlarında Babil'de büyük bir arkeolojik faaliyete girişildi.
Kazılarda binlerce işçi çalışıyordu ama İran ile 1980'de girişilen savaş, Babil hayalinin frenlenmesine yol açtı. Arkeolojik mekánı kazan işçiler Babil'den alınıp siper kazmaları için cepheye gönderildiler ama faaliyet eski yoğunluğunda olmasa bile gene de devam etti. Babil'deki Iraklılar'ın yerini Mısırlı, Sudanlı, Çinli ve Koreli işçiler aldı. Şehrin toprak altında bulunan bazı bölümleri birkaç sene sonra ortaya çıkartıldı ve arkasından da yoğun bir restorasyon faaliyeti başladı. Eski zamanların tuğlalarını yeniden imal edip yıkık duvarların tamirinde kullandılar, bir zamanların Babil'inin şimdi Berlin Müzesi'nde bulunan meşhur 'İştar Kapısı'nın tıpatıp aynını yapıp harabelerin girişine yerleştirdiler. Sıra, Babil'in dillere destan kulesinin tekrar yapılmasına gelmişti ama Saddam'ın bu hayali ilk Körfez Savaşı yüzünden hayata geçirilemedi.
Irak halkına ve yabancılara teşhir edilecek olan Babil hemen hemen ortaya çıkmıştı. Yeni Babil'in tanıtımı için her sene 'Babil Festivalleri' tertip edildi, dünyanın dört bir tarafından binlerce kişi Bağdat'a davet edildi ama Mezopotamya arkeolojisinin önde gelen isimleri Babil'i yeniden yaratma hevesini pek ilmi bulmadıklarından ve ciddiye de almadıklarından dolayı olsa gerek ki, Saddam'ın çabaları arkeoloji dünyasında pek rağbet görmedi.
Kültür danışmanları Rene Teijgeler ve Mehiyar Kathem, Routledge'ın "Sürdürülebilir Miras El Kitabı"nda yayımlanacak olan "Siyasi Kırılmalar ve Irak'ın Kültürel Mirası" başlıklı makalelerinde, Irak'taki Baas rejiminin "modern Irak'ı şanlı tarihiyle birleştirmeye çalıştığını" yazıyorlar.
Saddam'ın Babil hükümdarı ve savaşçı II. Nebukadnezar’a olan takıntısı gayet iyi belgelenmiştir. Saltanatı sırasında Irak, tümü Saddam'ı Mezopotamya hükümdarları veya sembolleri ile üst üste tasvir eden propaganda posterleri, duvar resimleri ve antik sanat eserleri tarzında yontulmuş kabartmalarla doluydu.
Bu nedenle Antik Babil, Saddam'ın tutkusunun odak noktası ve Iraklıların etnik birliğini simgeleyen bir araç haline geldi. 1980'lerde Saddam, Nebukadnezar'ın sarı ve mavi tuğlalarla sırlı İştar Kapısı'nın ilk inşa edildiği Babil'i yenilemeyi seçti. Orijinali, Berlin'deki Bergama Müzesi'nde olan İştar Kapısı yeniden inşa edildi.
Saddam, buraya kendisi için de bir saray inşa etti. Nebukadnesar'ın 2 bin yıldan fazla bir süre önce yaptığı gibi, yeni malzemeler kullandı ve adını tuğlaların üzerine yazdı. Dahası, dedi Almamori ve devam etti:
“Kuzey gölü yakınlarındaki Pers mezarlığının bir kısmına zarar veren ve kaldıran üç veya dört göl kazdı. Farklı medeniyetlerin birçok katmanı kaldırıldı. Yapay höyükler inşa etti ve bunlardan birinin üzerine sarayını inşa etti. Yüksek mevkilere sahip arkeologlar bir şey söylemekten korkuyorlardı.”
Bununla birlikte Almamori, eski kralların tapınaklarını yeniden inşa ederek yaptıklarını taklit ettiğini düşündüğünüzde Saddam'ın yaptığının o kadar da garip olmadığını öne sürüyor.
Bir defa şu gerçeği de bilmek icap eder. Bir dönem Saddam Hüseyin'in kullandığı Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi de tarihi kalıntılar üzerine inşa edilmişti. 2500 yıl önce dünyaya hükmeden Babil kentinin kalıntılarının adeta mirasçısı gibi konumlandırılmıştı bu yerleşke…
Bu manzara tesadüfi değildi.
Saraya gelen ziyaretçilerin Babil'in kalıntılarına bakıp bugünle bağlantı kurması ve şanı binlerce yıl sürecek olan bir yüce liderin huzurunda oldukları düşüncesine kapılmalarını sağlaması bekleniyordu.
Bu kalıntılar üzerine bir devlet mülkünün inşa edilmesi de oldukça manidardı ve bu kalıntılar taş yığınlarından ibaret değildir. Mitlerle iç içe geçmiş bir tarihi temsil ederler. Saddam gibi, Putin gibi tarihe damga vurmuş liderler de yönetim tarzlarını şanlı mazilerinin tekrar inşa edilmesi de bu durumdan hareketle elbette ki tesadüf olamazdı.
Saddam'ın Nabukadnezar ve Babil takıntısına dönecek olursak Saddam, Nabukadnezar hayalini zamanla gittikçe büyüttü. İktidardaki Baas Partisi'nin ideolojisindeki Arap milliyetçiliği ve sosyalizm kavramlarının yanına bir de Babil hayalleri iláve edildi. Biz pek farkında değildik ama Babil ve Nabukadnezar kavramları Batı'nın dindar kesiminde, özellikle de Yahudi dünyasında bir hayli tepkiyle karşılanmıştı. Zira ilk İsrail devleti Nabukadnezar'ın eliyle yıkılmıştı, kralın ismi Kutsal Kitap'ta, özellikle de Eski Ahit'in 'Yeremya' faslında lánetle anılıyor ve 'Kudüs'ün intikamının Babil'den günün birinde mutlaka alınacağı' söyleniyordu. Bilenlerin malumudur, Bağdat'ın 2003’te işgalci Amerikan askerleri tarafından zaptedilmesi de Batı'nın muhafazakâr-dindar Yahudi ve Hristiyan çevrelerinde o süreç içerisinde 'Yeremya'da yazılanların çıktığı' şeklinde yorumlanmıştır.
Tarih okumayı çok seven bir lider olarak Saddam Hüseyin, bazen yemekten sonra kitap okumak isterse, hizmetçisi üstünde kitapların durduğu bir servis arabası getirirdi ve bu kitapları galiba dış temaslar bağlamında Saddam'ı Bağdat Sarayı'nda ziyaret edip onunla icap ettiği için aynı sofrada yemek yemişliği dahi olan gazeteciler ve çeşitli devlet temsilcileri de muhakkak görmüş olsa gerekir.
Bazen sohbet sırasında Haçlı seferlerinde işgalci Hristiyanlarla savaşmış Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi ya da kanunlar yapan ünlü Mezopotamya kralı Hammurabi gibi Arapların tarihinde önemli kişilerden bahsederken onların da adı geçerdi.
Saddam artık kendini onlarla eşit görüyor, onlardan üstün olmaya çalışıyordu. İran'a, İsrail'e ve ABD'ye karşı takındığı şahin tavırları da bu tarihi figürlerden esinlenerek ve onların yaptıklarını yapma yolunda ilerlemek suretiyle benimsiyordu.
Antik dünyanın yedi harikasından biri olan, Nabukadnezar'ın yaptırdığı Babil'in Asma Bahçeleri'ni yeniden yaptırmak için üç yıl uğraştı. Bu son inşaat projesi onu gerçekten heyecanlandırıyordu ve bize göstermeye can atıyordu. Bu yüzden bir prömiyer gibi büyük bir etkinlik düzenleyen Saddam Hüseyin, dünyanın her yerinden müzik grupları ve gösteri sanatçıları getirilmişti. Babil Festivali alanından içeri girip Bulgar dansçılar, Rus balerinler arasından geçerek ön sıralarda oturan katılımcılara doğru yönlendirilirken o gecenin en hayret uyandıran yanı ise Babil'in ta kendisiydi. Atina'dan Rio'ya kadar birçok tarihi yer için tarihi korumanın önemi biraz olsun anlaşılır olup, tarihi yerlerin güzelliğinin eskilikten, tehlikeli bir biçimde yıkıntılara tutunan taşların tesadüfi inceliğinden, kadim tuğlaların dokusundan hatta kokusundan geldiği malumken bu malum Babil şehri, tam tersine büsbütün yeniydi. Nabukadnezar'la aşık atmak inadından eski kalıntılar mahvedilmişti. Hakikaten güler misin ağlar mısın durumu hakimdi. "Nabukadnezar zamanında inşa edilmiştir" yazıtı bulunan eski tuğlaların tepesine binlerce ama binlerce parlak sarı renkli, yeni tuğlaları çimentoyla ördürmüş, üzerine de "Saddam Hüseyin zamanında inşa edilmiştir" yazdırmıştı.
Gelgelelim Saddam'ın Babil hayranlığı bunlarla da sınırlı değildi. Irak'a hükmettiği dönemdeki milis gücü olan Cumhuriyet Muhafızları’nın oluşturduğu ‘‘Babil’’, ‘‘Nabukadnezar’’ ve ‘‘Hammurabi’’ gibi tümenleri vardı. Bu tümenlerin isimleri de çok manidardı.
Bu isimler, Saddam Hüseyin'in çeyrek asırlık hayalinin birer logosu gibiydi: Irak'ın yeni bir Babil, kendisinin de Babil'in meşhur kralı Nabukadnezar olma rüyasının ayrıntıları... Aynı hayal İran'ın son Şah'ında da antik Pers devrini yeniden canlandırma doğrultusunda vardı. Şark liderlerinin kendilerini binlerce sene önceki uygarlıkların ve kralların várisi ilán etmeleri o liderlere galiba pek yaramıyor… Aynı işe bir zamanlar İran'ın son Şah'ı da kalkışmış, Saddam'ın Babil'i ihyaya çalışması gibi o da eski Persepolis'i ayağa kaldırmaya uğraşmış, '2 bin 500 yıllık Pers İmparatorluğu'nun várisi' olarak tantanalı taç giyme merasimleri tertip etmiş ama onun akıbeti de fena olmuştu…
Ortadoğu'nun eski uygarlıkları, taklitlerinden intikam almada galiba çok aceleci davranıyorlar.
Kudüs’ü yıktı Yahudiler’i sürdü
Babil Devleti'nin en güçlü kralı olan Nabukadnezar, Miláddan önce 605 yılında tahta geçtiğinde henüz 25 yaşındaydı ve iktidarı savaşlarla dolu olmasına rağmen, Babil'e tarihinin en büyük refahını getirdi.
Nabukadnezar, babası Nabopolassar'ın hükümdarlığı sırasında batı ve güney ordularının kumandanı oldu ve Fırat'ı geçmeye çalışan Firavun Necao'yu Kargamış'ta büyük bir yenilgiye uğratıp Suriye, Filistin ve İsrail krallıklarını Babil'e bağladı. Birkaç sene sonra tahta geçti ve vergisini göndermeyen İsrail Kralı Yehoyakim'in üzerine yürüdü. Miláttan önce 597 yılının 16 Mart'ında Kudüs'e girdi ve kendi istediği bir İsrailli'yi kral tayin etti. Dokuz sene sonra yine bir vergi meselesi yüzünden Kudüs'e tekrar girdi ama bu defa şehri baştan aşağı yağmalatıp Süleyman Mabedi'ni yıktırdı, bütün Yahudiler'i sürgün etti ve bu yüzden Yahudi tarihlerine 'en büyük düşman' olarak geçti.
Dünyanın yedi harikasından sayılan Babil'in Asma Bahçeleri'ni inşa ettiren Nabukadnezar 43 yıl hüküm sürmüş, Miláttan önce 562'de öldüğünde, Babil, o zamanın en güçlü devleti olmuştu.
Eski Ahit'te Tanrı Yehova'nın 'Kudüs'ün intikamını alacağına' yemin ettiği Nabukadnezar, İslami metinlerde 'Buhtünnasr' adıyla geçer ve hakkında çok sayıda edebi eser vardır.
Sonuç olarak güçlü devlet başkanlarının ve dünya liderlerinin politikalarında hep tarihten esintiler bulunmaktadır ve devletlerini de bu doğrultuda yönetirler.