Metin KURT


Çekiç ve Gölge

Çekiç ve Gölge


“Çekiç ve Gölge”

Bir zamanlar küçük ama kadim bir şehirde, her biri ayrı ustalıklara sahip insanlar yaşardı. Şehir, dağlarla çevriliydi; rüzgârı sert, güneşi keskin, insanı kanaatkâr ama sevdasına düşkündü. Bu şehirde, elinde sürekli çekiç taşıyan bir usta vardı. Her sabah erkenden dükkânını açar, tokmak sesleriyle sokağı uyandırırdı. Tok tok tok… Sanki zaman, onun çekiç darbeleriyle ilerlerdi.

Bu ustanın adı Mahir’di. Yıllarını marangozlukla, demircilikle geçirmiş; el emeğiyle hayat kurmuştu kendine. Ancak zamanla garip bir şey olmuştu: Mahir’in elindeki çekiç, bir alete değil, bir bakış açısına dönüşmüştü. Artık her şeyi ama her şeyi o çekiçle çözmeye çalışıyordu. Kırılması gereken değil, konuşulması gereken şeyleri bile çivilemeye çalışıyordu. Masanın bacağı eğrildi mi, çekiç. Dolap gıcırdadı mı, çekiç. Bir çocuk ağladı mı, annesine “sert davran” dedi—çekiç.

Derken şehirde işler değişmeye başladı. İnsanlar birbirine karşı daha katı, daha sabırsız olmuştu. Kimse kimseyi anlamıyor, dinlemiyordu. Her tartışma “vur-kaç” tadında bitiyor, çözümler yerini kısa yollarla dayatılan kararlara bırakıyordu. Mahir’in eli hâlâ çekiçliydi ama artık dükkanında değil, fikirlerinde kullanıyordu onu.

Bir gün şehre genç bir kadın geldi. Adı Lale’ydi. Elinde çekiç yoktu. Cebinde küçük bir defter ve kurşun kalem vardı. Gözleri dikkatli, sesi sakindi. “Şehir neden bu kadar gergin?” diye sordu bir gün kahvehanede. Cevaplar muğlaktı. “Zaman sert, insan daha sert olmalı.” dediler. “Sertlik mi çözüm mü?” diye sordu Lale. Sessizlik.

Lale, şehrin eski defterlerini karıştırmaya başladı. Yıkılan köprülerin, kapanan atölyelerin, terk edilen meydanların hikâyelerini yazdı. Her hikâyede insanların önce birbirini dinlediğini, sonra birlikte çözüm aradığını gördü. Çekiç darbelerinin yerini, birlikte taşınan yükler almıştı. Mahir’in gençliğinde de durum böyleydi; ama zamanla unutuvermişti.

Bir gün, Lale bir atölye açtı. Ne marangozdu, ne demirci. Ama insanların kırılmış eşyalarını değil, kırılmış kelimelerini onarıyordu. Sohbet ediyordu, yazdırıyordu, düşündürüyordu. İlk başta kimse uğramadı. Ama sonra Mahir geldi.

Mahir’in elinde yine çekiç vardı. Ama bu kez uzattı, masanın üzerine bıraktı. “Belki de bazı şeyleri onarmanın başka yolları da vardır” dedi. Lale gülümsedi. “Çekiç kötüdür demiyorum. Ama çivinin yerini anlamak gerek. Her şey çivi değildir.”

Zamanla şehirde bir şeyler değişmeye başladı. Kahvehanelerde artık sadece bağırışlar değil, hikâyeler duyuluyordu. Gençler sorular soruyor, yaşlılar anılarını anlatıyordu. Mahir, çekiçle yaptığı işleri anlatırken, bir gün “Eskiden yaptığım hataları da çivilemişim” dedi. “Ama öğrendim. Bazı çiviler sökülebiliyormuş meğer.”

Hayat bazen elimizdekilere hapseder bizi. Bir çekiç tuttuğumuzda, karşımızdaki her şeyi çivi sanmak kolaydır. Ama bazı sorunlar çivi değildir. Bazıları sadece dinlenmek ister. Bazıları, sarılmakla çözülür. Bazıları ise hiç çözülmez—sadece anlaşılır.

Bu şehirde artık çekiçler kadar kalemler de var. Gölgesi ağır olan aletlerin yanında, iz bırakmadan geçen kelimeler de. Ve şunu unutmamak gerek: Hayatı şekillendiren sadece vurduğumuz darbeler değil, tuttuğumuz ellerdir.