Anadolu, 1921 yazında kavurucu bir sıcakla birlikte dayanılmaz bir endişeyi de soluyordu. Kurtuluş Savaşı belki de en kritik, en kırılgan dönemine girmişti. Yunan ordusu, Kütahya-Eskişehir Muharebeleri'nde Türk kuvvetlerine ağır kayıplar verdirmiş ve Sakarya Nehri'nin doğusuna çekilmeye zorlamıştı. Geri çekilme, teknik tabiriyle "ricat" bir çöküşün habercisi miydi?
Yunan süngüleri artık Ankara’nın kapılarını zorluyordu. Başkentte mütevazı bir görünüm arz eden Türkiye Büyük Millet Meclisi ise, dışarıdaki sıcaklıktan çok daha bunaltıcı bir tartışmanın ateşiyle kavrulmaktaydı. Meclis’e gelen yeni teklif, savaşın seyrini ve Türk milletinin kaderini değiştirebilecek nitelikteydi.
MECLİS'İN İÇİNDE VE DIŞINDA YAŞANANLAR
Durum son derece vahim olsa da Türk milletinin sinesinde yanmakta olan ümit ve istiklal aşkı hâlâ diri idi. Ordu, personel, silah, cephane ve en önemlisi zaman kaybı ile kıyasıya bir yarışa tutulmuştu.
Askerler yorgun ve moral olarak da sarsılmış durumdaydı. Ordunun geri çekilmesi diğer bir tabirle "ricatı" bazı kesimlerde endişelere, bazılarında ise Meclis’in ve ordunun yönetim biçimine yönelik eleştirilere yol açmıştı. "Ordunun başına bir Başkomutan geçmeli mi?" sorusu, Ankara’nın tozlu sokaklarında fısıldaşmalara, Meclis koridorlarında ise hararetli münakaşalara konu oluyordu.
Meclis, o güne kadar hem yasama hem de yürütme yetkilerini kendinde toplamış, ordu üzerinde de doğrudan söz sahibi olmuştu. Ancak cephelerdeki beklenmeyen hareketlilik karşısında, kolektif karar alma sürecinin savaşın gerektirdiği çeviklik ve kesinliği sağlamakta yetersiz kalabileceği endişesi giderek artıyordu. Savaşı idare etmek için daha merkezi, daha hızlı, tek elden karar alabilen bir komuta yapısına ihtiyaç olduğu açıktı.
TEKLİF MASADA: FEVZİ PAŞA'NIN TARİHİ ÖNERİSİ
İşte bu "ahval ve şerait içerisinde" takvim yaprakları 4 Ağustos 1921 gününü gösterirken TBMM kürsüsüne çıkan isim, Millî Savunma Bakanı olan Fevzi Çakmak Paşa idi. Paşa, son derece ciddi ve vakur bir ifadeyle durumun vahametini bir kez daha vekillere arz etti. Düşmanın Sakarya’nın batısında toplandığını, Ankara’ya doğru ilerlemesinin an meselesi olduğunu vurguladı. Ardından, tartışmaların özünü oluşturan teklifini şu tarihi cümlelerle sundu:
Bu müşkül vaziyetten kurtulmak için, bütün kuvvet, kudret, hakimiyet-i siyasiye ve askeriyenin, fiilen, bir zat-ı vahide tevdi edilmesi zaruridir. Bu zat, Meclis’in hürmet ve itimat ettiği reisimiz Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’dir.
Fevzi Paşa’nın önerisi, aslında sadece askeri bir komutanlık teklifi değildi. İçinde, olağanüstü şartlarda, Meclis’in yetkilerinin önemli bir kısmını, savaşın idaresi için süreli olarak devretmesini barındırıyordu. Bu, demokratik bir meclis için son derece radikal bir adımdı. Fakat şartlar bundan başkasına da elverişli değildi. Çiçeği burnunda TBMM'nin omuzlarına bir milletin var oluş kararı yüklenmişti. Boşa geçirilecek bir saniye dahi yoktu.
"DİKTATÖRLÜK" MUHALEFETİ
Teklif, Meclis’te bir şimşek gibi çaktı. Destekleyenlerin coşkusu kadar, muhalefet edenlerin de gerekçeli itirazları vardı. Başta Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey olmak üzere bazı milletvekilleri, böylesine geniş yetkilerin tek bir kişiye verilmesinin tehlikelerine dikkat çekten nutuklar irat ettiler. En büyük tartışma ise "diktatörlük" korkusu oldu. Acaba bu yetkiler ileride geri alınamaz mıydı? Mustafa Kemal Paşa, ne kadar güvenilir olursa olsun, bu kadar gücün baştan çıkarıcı olmayacağının garantisi var mıydı? Cumhuriyetin temellerinin atıldığı bu Meclis’te, kuvvetler ayrılığı ilkesinin henüz filizlenmeden çiğnenmesi, demokratik gelecek adına bir tehdit oluşturmaz mıydı?
Hüseyin Avni Bey, bütün bu kaygılarını TBMMM kürsüsünde açıkça dile getirdi. Yetkilerin süresiz olmaması, sadece savaşın idaresiyle sınırlı kalması ve Meclis’in denetim hakkının kesinlikle korunması gerektiği üzerinde ısrarla durdu. Ona göre, bu bir "zorunluluk"tu, ancak "kayıtsız şartsız bir teslimiyet" olmamalıydı. Zira egemenlik "bilâ kayd u şart milletin" idi... Mevzu bahis muhalif görüşler, temelsiz bir güvensizlik değil, meşru demokratik kaygılardan besleniyordu ve daha sonraki yıllarda eşi ve benzeri görülmeyen olgun tartışma ortamının, demokrasiye, ifade özgürlüğüne inancın tam bir göstergesiydi.
1922'deki "diktatörlük" eleştirilerine Atatürk, Nutuk'ta şöyle cevap verecekti:
Meclis'in hakkını gasp etmekle suçlandım. Oysa bu Meclis'in varlık sebebi benim!"
MUSTAFA KEMAL PAŞA KÜRSÜYE ÇIKIYOR
Mustafa Kemal Paşa tartışmalar sürerken emin adımlarla kürsüye çıktı. Üslubu her zamanki gibi net, kararlı, ancak son derece ölçülüydü. Kendisini Başkomutan yapacak bir kanun teklif edilmesine şahsen bir talep ya da beklenti içinde olmadığını vurguladı. Ancak, vatanın içinde bulunduğu ölüm kalım mücadelesinde, eğer Meclis gerekli görürse, bu ağır sorumluluğu almakta tereddüt etmeyeceğini de açıkça ifade etti. Konuşmasının odak noktası, kişisel bir makam elde etmek değil, savaşın etkin bir şekilde yönetilmesi için gerekli koşulların sağlanmasıydı. Muhaliflerin endişelerini anladığını ima edercesine, yetkilerin amacının sadece ve sadece düşmanı vatan topraklarından atmak olduğunun altını çizdiği tarihi konuşmasını gerçekleştirdi.
Paşa'nın bu tutumu, hem kendine güvenini hem de sorumluluk bilincini ortaya koyuyor, muhalif sesleri de bir ölçüde yatıştırıyordu.
UZLAŞININ ZAFERİ
Yoğun tartışmalar sonucunda, muhaliflerin haklı kaygıları dikkate alındı. Kanun metni üzerinde uzlaşma sağlandı ve nihayet 5 Ağustos 1921'de, TBMM'de düzenlenen gizli oturumunda 1291 sayılı "Başkumandanlık Kanunu"nu kabul etti. Kanun son derece kısa ama sonuçları itibarıyla çok büyüktü.
Verilen yetkilerin süresi, Meclis’in kararıyla üç ay ile sınırlandırıldı. Bu, muhalefetin en önemli talebinin karşılanması anlamına geliyordu.
Meclis, Başkomutan’ı her zaman denetleme ve gerektiğinde görevden alma hakkını saklı tutuyordu.
Hükümlerle olağanüstü yetkiler verilirken, Meclis’in üstünlüğü ve denetim hakkı korunmuş oluyordu. Kanun, bir anlamda, demokratik iradenin zorunluluk karşısında geçici olarak yetkilerini devrettiği, ancak nihai kontrolü elinde tuttuğu bir "kontrollü olağanüstü hal" düzenlemesiydi.
BAŞKOMUTANLIK YETKİLERİNİN KAPSAMI: SADECE CEPHE DEĞİL
"Başkomutanlık" unvanı, yalnızca orduların başına geçmek anlamına gelmiyordu. Kanunun Mustafa Kemal Paşa'ya verdiği yetkiler şöyleydi:
TEKALİF-İ MİLLİYE EMİRLERİ: YETKİNİN SOMUTLAŞAN GÜCÜ
Başkomutanlık yetkisinin ilk ve en çarpıcı meyvesi, 7-8 Ağustos 1921 tarihlerinde, on emir halinde yayınlanan "Tekalif-i Milliye Emirleri" oldu. Ordunun giyim, yiyecek, taşıt, silah, mühimmat, vb. hayati ihtiyaçlarını karşılamak için ahaliden büyük fedakarlıklar talep eden bu düzenleme, Başkomutanlık yetkisinin sağladığı olağanüstü yetkilerle hayata geçirildi.
Her ilçede kurulan komisyonlar, halktan mallarına el koyabiliyor, bunları ordunun ihtiyacı için sevk edebiliyordu. Bu, savaş ekonomisinin acımasız bir gereğiydi. Zaten necip Türk milleti de bir an olsun bu uygulamaya muhalefet etmedi. Başkomutanlık makamının geniş yetkileri olmadan böylesi kapsamlı ve hızlı bir seferberliği gerçekleştirmek mümkün olamayacağı da açıktı. Bu emirler, Sakarya'da savaşacak ordunun bel kemiğini oluşturacaktı.
SAKARYA'YA GİDEN YOL VE TARİHİN DÖNÜM NOKTASI
Kanunun kabulünden hemen sonra, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa cepheye hareket etti. Artık kararları hızla alabilecek, Meclis’in uzun tartışmalarına gerek kalmadan icraata geçebilecekti.
23 Ağustos 1921'de başlayan ve 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi, Türk ordusunun Başkomutan'ın direktifleri doğrultusunda verdiği destansı bir savaşa sahne oldu.
Mustafa Kemal Paşa'nın tarihe geçen "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz" emri de işte bu muharebe esnasında verildi.
13 Eylül 1921 tarihinde kesinleşen Sakarya Zaferi, Başkomutanlık Kanunu'nun isabetini ve Mustafa Kemal Paşa'nın bu yetkiyi nasıl etkili kullandığını kanıtlayan en büyük delil olarak kayıtlara geçti. Yunan ordusu durdurulmuş, Ankara tehlikesi bertaraf edilmiş, Türk milletine nefes aldıracak bir muzafferiyet elde edilmişti. Bu zafer, aynı zamanda Başkomutanlık yetkisinin Meclis tarafından defalarca uzatılmasının yolunu açacak, nihayetinde Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi'yle taçlanan zaferin temeli olacaktı.
ZORUNLULUĞUN VE İRADENİN BULUŞMASI
5 Ağustos 1921'de kabul edilen 1291 sayılı Başkomutanlık Kanunu, Türk Kurtuluş Savaşı'nın en kritik dönemeçlerinden birinde alınmış hayati bir karardı. Karar, bir yandan vatanın ölüm kalım mücadelesindeki acil ihtiyaçlara cevap verirken, diğer yandan demokratik meşruiyetten ödün vermemeye özen gösterdi. Muhalefetin kaygıları dikkate alınarak şekillendirilen kanun, demokratik bir meclisin olağanüstü şartlarda nasıl akılcı ve sorumlu davranabileceğinin de bir örneğiydi.
Mustafa Kemal Paşa, kendisine tevdi edilen bu muazzam yetkiyi, kişisel iktidar hırsıyla değil, tamamen vatanın kurtuluşu için kullandı. Sakarya Zaferi ve sonrasında elde edilen başarılar, bu kararın ne kadar isabetli olduğunu tarihe altın harflerle yazdı.
Yeri gelmişken Atatürk'e verilen "Başkomutanlık" ile "Gazi" ve "Mareşal" unvanlarının sıkça karıştırıldığını, Başkomutanlık'ın Sakarya Zaferi'nden 40 gün önce verildiğini, diğer ikisinin ise 14 Eylül 1921 tarihinde, TBMM tarafından kabul edilen 1442 sayılı kanun ile verildiğini hatırlatmak faydalı olacaktır. “Gazi” unvanı, Mustafa Kemal’in savaşta gösterdiği kahramanlık ve fedakârlığı simgelerken, “Mareşal” rütbesi, onun askeri liderlik yetkinliğini uluslararası bir standartta tescil ediyordu. Mareşal rütbesi, Osmanlı ve Cumhuriyet ordularında en yüksek askeri makam olarak kabul ediliyordu ve bu unvan, Mustafa Kemal’in stratejik dehasının Türk milleti tarafından onurlandırılmasının nişanesi idi.
Başkomutanlık Kanunu, sadece bir komutan ataması değil, bir milletin kaderini omuzlarına yüklediği liderine duyduğu güvenin ve o liderin bu güveni zaferle taçlandıran iradesinin belgesidir. Anadolu’nun karanlık günlerinde, Ankara’daki mütevazı Meclis binasında alınan bu karar, Türk tarihinin akışını değiştiren bir dönüm noktası olarak tarihteki yerini sonsuza dek koruyacağında şüphe yok.
Haber: Mehmet Kökrek / Haber Merkezi