Türkiye ekonomisinin modern tarihinde bir dönüm noktası olan 11 Ağustos 1946 kararı Resmi Gazete'de yayımlandığında, millî para birimimizin kaderi sonsuza dek değişekti. Savaş yorgunu bir ülkenin dünyaya açılma çabasının bedeli, Türk Lirası'nın Amerikan Doları karşısında tam %114 değer kaybetmesi ile sonuçlandı. Bu radikal hamlenin arkasında, İkinci Dünya Savaşı'nın yıkıntıları arasından yükselen yeni bir uluslararası düzene eklemlenme arzusu yatıyordu. Bretton Woods Anlaşması'nın gölgesinde alınan karar, Cumhuriyet'in ilk büyük kur şokuydu ve gelecek 80 yılın ekonomik DNA'sını şekillendirecekti.
SAVAŞIN EKONOMİK ENKAZI
1946'da Türkiye'nin savaştan çıkan Avrupa ülkelerinden farklı ama en az onlar kadar ağır ekonomik sorunları mevcuttu. Tarafsızlık politikası ülkeyi savaş yıkımından korumuş olsa da "harp zenginleri" ile "karne kuyruğundakiler" arasında derin uçurum meydana getirmişti. İthalat kontrolleri, döviz tahsisi sistemi ve stokçulukla mücadele kanunlarına rağmen ekonomi bir türlü dizginlenemiyordu. Dönemin Ticaret Bakanlığı verileri, döviz rezervlerinin 69 milyon dolara kadar gerilediğini gösteriyordu; bu rakam, bir yıllık ithalatın sadece %30'unu karşılayabilecek düzeydeydi.
Karaborsa, günlük hayatın kaçınılmaz parçası haline gelmişti. Doların resmi kurda 1.32 TL olduğu bir ortamda, sokaktaki döviz fiyatı 2.80 TL'ye kadar fırlamıştı. Bu inanılmaz uçurum, ihracatçıları kaçak yollara teşvik ederken, ithalatçılar için rüşvet ve kayıt dışı işlemleri besliyordu.
Dönemin Maliye Bakanı Halid Nazmi Keşmir'in 5 Eylül 1946'daki Meclis konuşmasındaki şu uyarısı oldukça dikkat çekicidir:
Piyasada suni hareketler ve maksatlı şayialarla oluşturulan spekülasyon dalgası, milli paranın itibarını kemirmektedir. Bu durum, devletin para üzerindeki hâkimiyetini tehdit eder boyuttadır.
Bu sözler, devalüasyonun sadece ekonomik değil, siyasi bir karar olduğunun da ipuçlarını veriyordu.
DİPLOMASİ VE EKONOMİ ARASINDA SIKIŞAN İKTİDAR
Devalüasyon kararını daha iyi anlamak için o dönemin uluslararası konjonktürüne de bakmak şart. 1944'te imzalanan Bretton Woods anlaşması, dünya ekonomisinin savaş sonrası mimarisini çiziyordu. Türkiye, Sovyet tehdidine karşı Batı bloğuna yakınlaşma stratejisi gereği sisteme entegre olması kaçınılmazdı. Beri yandan ABD Hazine Bakanlığı'nın Türk yetkililere ilettiği resmi notta, "Sabit ve gerçekçi olmayan kur politikaları, uluslararası finans sistemine katılımın önündeki en büyük engeldir" ifadesi yer alıyordu. İşte bu diplomatik baskı, Ankara'daki karar vericileri köşeye sıkıştırmıştı.
Recep Peker'in liderlik ettiği hükümet, 7 Eylül 1946'da aldığı tarihi kararı açıklarken, söz konusu uluslararası bağlamın altını kalın çizgilerle çizdi. Peker'in TBMM'de yaptığı konuşma ertesi gün gazetelerde tam sayfa yayımlandı. Konuşmanın en önemli ve dikkat çekici kısmı ise şu cümleler oldu:
Kati olarak belirmiş olan serbest döviz esasına müstenit çok taraflı milletlerarası ticaret sistemine istikrarlı ve sağlam bir para ile katılmak, bu suretle milletlerarası ticaretimizin inkişafını sağlayacak olan Bretton Woods anlaşmasına uygun hazırlıkla girmek... İşte bu kararın ruhunu teşkil eden temel prensiptir
Bu sözler, kararın dış politikadaki bağımlılık boyutunu gözler önüne seriyordu.
DESTEK, ENDİŞE VE EKONOMİK KÂBUS SENARYOLARI
Devalüasyon açıklamasının ardından Türk basını ikiye bölündü. Dönemin etkili gazetelerinden Cumhuriyet, 8 Eylül 1946 tarihli nühasının iç sayfalarda yer alan analizde şu yoruma yer veriyordu:
Döviz piyasalarındaki suni uçurum ortadan kalktığında, ihracatımız hak ettiği değeri bulacak, dış ticaretimiz gerçek rekabet gücüne kavuşacaktır. Bu hamle, milli ekonominin dünya ile bütünleşmesinin ön koşuludur.
Buna karşılık, Vatan Gazetesi'nin 10 Eylül tarihli "Sanayileşme Rüyasına Darbe" başlıklı makalesi, farklı bir endişeyi dile getiriyordu:
Makine ve techizat ithal eden sanayicilerimiz, bir gecede borçlarını ödemek için iki kat fazla lira ödemek zorunda kalacak. Bu durum, henüz emekleme aşamasındaki sanayimizi felç etme riski taşımaktadır.
Gerçekten de İstanbul Sanayi Odası kayıtları, 1947'nin ilk çeyreğinde makine ithalatının %65 düştüğünü gösteriyordu.
Dönemin önde gelen iktisatçılarından Prof. Yahya Sezai Tezel'in İktisat Dergisi'nde yayımlanan uyarısı ise adeta kehanet gibiydi:
Devalüasyon, ithal malların fiyatlarını doğrudan artıracak, bu da üretim maliyetlerine yansıyacaktır. Enflasyonun tetiklenmesi kaçınılmazdır. Ücretlerin satın alma gücündeki erime, sosyal dengeleri sarsabilir.
Bu uyarı, 1947'de TÜFE'nin %53 fırlaması ve buğday fiyatlarının %120 artmasıyla acı bir şekilde doğrulandı.
EKONOMİK DEPREMİN ARTÇI SARSINTILARI
Devalüasyonun somut etkileri, karardan sonraki ilk altı ayda kendini gösterdi. İhracatçılar ilk başta sevinç çığlıkları attı. Ziraat Bankası verilerine göre, Ege tütünü ve Karadeniz fındığı ihracatı, yeni kur sayesinde %40 artış kaydetti. Çiftçi, elindeki ürünü daha fazla dolara satmanın sevincini yaşıyordu. Ancak bu sevinç kısa sürdü. İthal gübre ve tarım makinelerinin fiyatlarındaki %130'luk fırlama, tarımsal üretim maliyetlerini şişirdi.
Sanayi sektörü ise adeta bir kâbus yaşıyordu. İstanbul'daki dokuma fabrikaları, pamuk ithalatı için ödedikleri dövizin iki katına çıkması nedeniyle üretimi kısmak zorunda kaldı. İzmit Kağıt Fabrikası'nın genel müdürü, dönemin gazetelerine verdiği demeçte şu çarpıcı itirafta bulunuyordu:
Hammadde ithalatı için ayırdığımız bütçe, bir gecede yetersiz hale geldi. Makinelerimizi ancak %60 kapasiteyle çalıştırabiliyoruz.
Bu durum, işçi çıkarmaları ve ücret kesintilerini beraberinde getirdi.
Memurlar ve şehirli emekçiler ise en ağır darbeyi yiyen kesimdi. Dönemin bütçe kayıtları, memur maaşlarının reel olarak %35 gerilediğini ortaya koyuyor. Ankara'daki bir devlet memuru, o dönem tuttuğu günlükte şu çarpıcı notu düşüyor: "Dün 5 liraya aldığım ekmek, bugün 8 lira oldu. Çocukların sütünü kesmekten başka çaremiz kalmadı." Ekmek kuyrukları uzadı, karaborsa fiyatları ortalama aile bütçesini aştı. Bu sosyal yara, 1947'deki büyük grev dalgasının da fitilini ateşleyecekti.
RAKAMLARLA 1946-1947 ÇÖKÜŞÜ
Devalüasyonun bilançosu, resmi istatistiklerle net olarak görülebilir. Türkiye İstatistik Kurumu'nun o dönemki verileri, korkulan enflasyon senaryosunun gerçekleştiğini belgeliyor:
Bu tablo, hükümetin "devalüasyonla ihracat artacak, dış denge sağlanacak" argümanının gerçekleşmediğini gösteriyordu. Dönemin İktisat Vekili Sırrı Day'ın 1947 bütçe görüşmelerindeki "Ekonomik şartlar, öngörülerimizin ötesinde bir seyir izlemiştir" sözü güdülen politikanın başarısızlığın nişanesi olmuştur.
MUHALEFET VE CHP'DE İÇ HUZURSUZLUK
Karar, siyasi arenada da şok etkisi yarattı. Henüz çok partili hayata geçişin ilk denemelerinin yaşandığı bir dönemde, Celâl Bayar liderliğindeki muhalefet, hükümetin ekonomi politikalarını topa tuttu. Bayar'ın 15 Eylül 1946'da yaptığı meşhur konuşma, basında geniş yer buldu:
Bir gecede milletin cebindeki paranın değerini yarıya indirmek, ancak savaş halindeki ülkelerde görülen olağanüstü bir uygulamadır. Bu karar, halkın alım gücüne indirilmiş ağır bir darbedir.
CHP içinde de huzursuzluk artıyordu. İstanbul milletvekili Nihat Erim'in parti grubundaki uyarıları, tutanaklara şöyle geçiyordu:
Sanayicinin borç yükü iki katına çıkmış, esnaf iflasın eşiğine gelmiştir. Bu sosyal patlamaya yol açabilir.
Gerçekten de 1947'de İstanbul ve İzmir'de başlayan grevler, işçi hareketinin yükselişe geçtiğinin sinyallerini veriyordu.
ULUSLARARASI ETKİLER: IMF İLE FLÖRT VE DIŞ BORÇ TUZAĞI
Devalüasyonun belki de en az konuşulan ama en kalıcı etkisi, Türkiye'nin uluslararası finans kuruluşlarıyla ilişkilerinde yaşandı. Bretton Woods'a uyum süreci, kaçınılmaz olarak Uluslararası Para Fonu, kısacası IMF ile yakınlaşmayı getirdi. 1947'de IMF'ye üye olan Türkiye, 1958'de ilk stand-by anlaşmasını imzalayacak ve bu, sonraki 60 yılda 19 stand-by'ın kapısını aralayacaktı.
Dış borçlanma konusunda da kritik bir eşik aşıldı. Dünya Bankası'ndan 1950'de alınan 25 milyon dolarlık tarım kredisi, uluslararası piyasalara açılmanın ilk adımı oldu. Ancak bu borçlar, 1958 devalüasyonuna giden yolun da taşlarını döşeyecekti. Ekonomi tarihçisi Prof. Şevket Pamuk yıllar sonra "1946, dış finansman ihtiyacının kronikleştiği yeni bir dönemin başlangıç tarihidir" tespitinde bulunacaktı.
EKONOMİ POLİTİKALARINDA KALICI DEĞİŞİM
Devalüasyonun belki de en önemli mirası, devletçi ekonomi modelinin sorgulanmaya başlamasıydı. Savaş döneminde uygulanan katı devletçi politikalar, dışa açılma ihtiyacı karşısında yetersiz kalıyordu. Bu sorgulama, 1947'de "İktisadi Kalkınma Planı" hazırlıklarını hızlandırdı. Ancak hazırlanan plan, kaynak yetersizliği nedeniyle rafa kalktı.
Sanayileşme stratejisi de derin bir krizle karşı karşıyaydı. Devalüasyon öncesi ithal edilen makinelerle kurulan fabrikalar, yedek parça ve hammadde ithalatındaki fiyat patlaması nedeniyle verimliliğini yitiriyordu. Bu durum, 1950'lerde tarıma dayalı büyüme modeline geçişin zeminini hazırladı. Marshall Planı kapsamında gelen yardımlar da bu geçişi teşvik etti. Ekonomist Korkut Boratav'ın o dönem hakkında verdiği "1946 şoku, sanayileşme hedefinden tarımsal ihracata dayalı modele geçişin dönüm noktasıdır" hükmü bugün hâlâ bütün gerçekçiliğini koruyor.
BUGÜNE UZANAN İZLER
11 Ağustos 1946 kararı, Türkiye ekonomisinde sadece bir devalüasyon değil, bir zihniyet dönüşümünün başlangıcıydı. Bu kararın uzun vadeli mirasını beş ana başlıkta özetlemek mümkün:
79 YILDIR ÖĞRENEMEDİKLERİMİZ
Bugün geriye dönüp baktığımızda, 1946 devalüasyonunun en acı mirasının "döviz korkusu" olduğu söylenebilir. Vatandaşın döviz biriktirme alışkanlığı, bankaların açık pozisyon riski, şirketlerin döviz borcu tuzağı gibi sorunların kökleri bu döneme uzanır. Ekonomi tarihçisi Prof. Gülten Kazgan'ın tespitiyle söylenecek olunursa:
1946, milli paranın itibar kaybının resmi kaydıdır. Bu itibar kaybının sosyolojik sonuçları, ekonomik sonuçlarından daha ağır olmuştur.
Peki bu tarihi olaydan çıkarılması gereken dersler neler? İlk olarak, dışa açılma ile iç istikrar arasındaki dengeyi kuramayan politikaların bedelinin ağır olduğu gerçeği. İkincisi, radikal ekonomik kararların sosyal maliyetinin mutlaka hesaplanması gerektiği. Üçüncüsü, uluslararası sistemle entegrasyonun ancak üretim kapasitesiyle orantılı olması halinde fayda sağlayacağı. Ve en önemlisi: Paranın değerini korumanın yolunun, üretim ekonomisinden geçtiği.
11 Ağustos 1946, sadece Türk Lirası'nın değer kaybettiği bir tarih değil, aynı zamanda ekonomik bağımsızlık ideali ile uluslararası entegrasyon gerçeği arasındaki gerilimin somutlaştığı bir milattır. Bugün yaşadığımız kur-enflasyon sarmalının köklerini anlamak için, o sıcak yaz gününde atılan imzalara ve sonuçlarına yeniden bakmakta fayda var. Çünkü tarih, ders almayanları hiç bir zaman unutmaz.
Haber: Mehmet Kökrek / Haber Merkezi